Gürsel Korat’ın Konuşması 14 Mayıs

RSEL KORAT NOTRE DAME DE SION EDEBİYAT ÖDÜLÜ KONUŞMASI 14 MAYIS 2009

Ben bir okulda büyüdüm.

“Okulda büyüdüm” dememi abartı sanmak mümkün, fakat öyle değil; ben gerçekten bebeklikten on bir yaşıma kadar tüm zamanımı kocaman bir okulun alt katındaki evimizde geçirdim.

Okuldaki haritalar, maketler, tebeşirler, deney aletleri ve kütüphane herkes gittikten sonra bana kalırdı.

Bu masal gibi hakikati annemle babamın harika yoksulluğuna borçluyum.
Evimiz okulun alt katında, kuytu bir köşedeki iki odaydı. Bugün neresinden baksanız garip görünen bu olay, hizmetlilerin hem okulu beklemesi hem de her an orada bulunması amacıyla düşünülmüş bir uygulama olsa gerekti.

Bütün bunlar, benim durumdan sıkıntı duyarak büyüdüğüm anlamına gelmez. Zengin ve fakirin kesin hatlarla birbirinden ayrılmadığı bir mahallede, Kayseri’nin artık yıkılıp gitmiş olan o taş evlerle dolu sokaklarında, bir bakıma en mamur, damı akmayan, ferah ve en curcunalı mekânı “benim” olduğundan, çocukken yoksulluğu doğrusu pek de kavrayamadım.

Şahane çocukluğum bir okulun içinde geçti.

Hâlâ düşlerime giren, zaman zaman içimde canlanan ilk evimin bir okul olması nedeniyle bunları anlatıyorum. Şüphesiz bu “evde” ailemin diğer üyeleri de yaşadılar, ancak şimdi, geçmişimden söz ederken anabileceğim yakınlarımı bir yana koymak istiyorum. Böyle bir günde büyüklerimle ilgili duygularımı kendime saklayıp, büyük evimdeki sınıfları, bahçeyi, ağaçları ve haritaları kutsamakla yetineceğim.

Çocuk cıvıltıları gibi şenlikli ve adil bir toplumsal düzen arzulayan benim, tüm ruh ve akıl düzeneğimin okulda kurulduğunun farkındayım. Aklım, okuldan edindiğim ruh konforu ile zor yaşam koşulları arasında durmadan salındığı için, bugün de, geçmişte de, hep okul kadar kurallı, hayat kadar tedirgin oldum. Yaşamıma müdahale eden hiçbir otoriteyi sevmedim. Hiç kimseye veya düşünceye iman etmedim. İman yerine bilimsel şüpheyi, körü körüne bağlılık yerine sorgulamayı öğrenmişsem; bilimi, sanatı, duyguyu ve aklı birbirinden ayırmışsam, öğrenirken disiplinli olmayı içselleştirmişsem, bunda okulda büyümüş olmamın payı büyüktür.

Kişiliğim herkesin önlük giyerek eşitlendiği bir mekânda biçimlendiği içindir ki, günlük ilişkilerde statü farklarını dayatanlardan veya sınıf kibriyle davrananlardan uzak durdum. Zaten mahallemizde de toplumsal sınıflar arasındaki farktan çok cinsiyetler arasındaki eşitsizlik bütün çarpıcılığıyla yaşanmaktaydı. Benim romanlarımdaki kadınlar bu kadar özgür ruhlu ise, bunu da okulda öğrendiğim bellidir: Çünkü kadınların geleneksel roller oynamaya itildiği o zamanlarda, ben çalışan bir annenin çocuğuydum; annemden beni sırtında taşıyarak sınıfları temizlediği bebeklik günlerimin hikâyesini dinliyordum.

Ruhsal yaşamı okulda biçimlenmiş bir yazara bir okulun ödül vermesinin, aklımın derinliklerindeki yankısı kısaca böyledir.

Geriye biraz da bunun bendeki sanatsal etkileri hakkında söz etmek kalıyor:
Edebiyatımızın en tanınmış kahramanı Çalıkuşu Feride, bildiğiniz gibi “Dam dö Siyon Mektebi’nden diplomalı”dır ve Anadolu’ya geçip, acısını bir okulda öğretmenlik yaparak dindirmeye gitmiştir. Onun duygulu, hüzünlü ve özverili ruhundan pay kapmış olan benim de, Anadolu’yla gönül bağımı asla yitirmeden, İstanbul’da, Dame de Sion’dan duygudaşlık belgesi almam, rastlantının azizliği olsa gerektir.

Feride’nin aşk acısı çekerek gittiği Anadolu taşrasındaki yalnızlığıyla, benim kahramanlarımın Kapadokya’daki yalnızlığı, tuhaf bir biçimde benzeşir: Kanımca yalnızlık, büyük tutkuların kaynağıdır. Doğrusu benim edebi tutkularım koca bir okuldaki yalnızlığımdan mı doğmuştur, bunu bilemiyorum ama çocukluktan beri gözlerimi içime çevirerek, edebiyatın en çok ihtiyaç duyduğu şey olan “duyguların farkına varma”yı yalnız başıma öğrendiğimden eminim.

Kalabalıklar içinde yine kendim olarak kalmayı, yalnız başına düşünmeyi okulda öğrendim. Mahalledeki evlere benzemeyen bir yapıda yaşayıp bu evlere, mahalleye ve hatta kente uzaktan bakmayı keşfettim; eskiyi merak ettim, aklım geleceğe, ruhum geçmişe yöneldi. Çünkü Roma’dan kalan dış kale surlarında saklambaç oynayan, oradan da hemen bir adım ötedeki avuç içi kadar şehre bakan o çocuğun gözünün önünde, taşlaşmış, mimari biçimlere girmiş bir zaman ve mekân durmaktaydı.

Romantizmin ve avangardlığın buluşabildiği hallerimi, hem Kayseri’de yetişmemle, hem de geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir eğitim kurumunda büyümemle açıklayabilirim.

Edebiyat, çocukluğumuzun ruhunu zamanda saklamak, yaşımızla çoğalan deneyimi yollara saçmak içindir. Bunu yaptıkça, saçtığımız ekmek kırıntılarını izleyerek içimize gideriz ve oradan da geçmişimize döneriz. Zamanda yitip gitmeyelim diyedir bu; bir de tuhaf ama geleceği anlayalım diyedir. Çünkü yetişkinler çocukluklarında yalnızca geçmişlerini değil geleceklerini de görürler.
Ne var ki insan, hem geçmişi hem geleceği bilmek istese de, hep ve daima şimdiyi yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Edebiyat bu yüzden bilimin ve tüm disiplinlerin ayırdığı geçmişi, şimdiyi ve geleceği ruhsal yaşantılarımızın kalıbına dökerek ebedileştirir.

Hiç ummadığım bir zamanda yüreğimi yumuşatan, aklımı karıştıran ve ruhumdaki eskiyi okşayan bugünü, ebedi duygular içinde ve hep şaşkınlıkla anacağımı bilmenizi istiyorum.
Hepinize teşekkür ederim.

Gürsel Korat
Mayıs 2009