GALATYA GEZİSİ 27-29 Nisan 2009

GALATYA GEZİSİ 27-29 Nisan 2009

“Çamlıbel’den Tokat’ doğru

Tozlu yolların aktığı ırmak!

Ben seni çoktan unuttum,

Sen de unuttun mu dön geri bak!”

Galatya’ya gidiyoruz. Bugünkü adıyla İç Anadolu’nun bir bölümünü gezeceğiz: Çorum, Tokat, Yozgat....

27 Nisan Pazartesi

Önceden kararlaştırıldığı gibi sabah 8.00’de harekete hazırız. Ancak “kıdemli geç kalıcılar”ı beklemek gerekiyor. Sonunda 8.20’de hareket edip 9.00’da Kadıköy’e varıyoruz. Kadıköy grubu çoktan hazır.

İstanbul’dan çıkar çıkmaz; yol boyunca bütün planları altüst edecek molalardan ilkini vermek zorunda kalıyoruz. Gezi boyunca öğreneceğiz ki, öğrencilerimizin yaşam sistemleri suyla çalışıyor.

Yeşilyayla’da verdiğimiz ilk mola, gezimizin bir başka amacının da başlangıcı oluyor:
Fotoğraf.

Fotoğrafçılık Kolu Rehber Öğretmeni İbrahim Bey, öğrencilerle ilk denemelerini yapıyor.

İstanbul’dan incecik bir serpinti ve serin bir havayla yola çıkmıştık. İzmit’e yaklaşırken çise yağmura dönüyor. Yol boyunca çarpık kentleşme örnekleri görüyoruz. İbrahim Bey açıklamalar yapıyor.

Adapazarı-Hendek-Düzce yolu boyunca yağmur şiddetini artırdı. Artık silecekler yağmura yetişemiyor. Görüş mesafemiz düştü...derken Bolu Dağı’nda önce sulu sepken, sonra da lâpa lâpa kar yağışı başladı. Öğrencilerin hayal dünyası çok geniş; hiçbir şey onları şaşırtmıyor.

Tüneli geçtikten sonra sağa dönüp öğle yemeği için Gökdemir tesislerine gidiyoruz. İki yıl boyunca menü değişmemiş anlaşılan. Okulumuzun 150.yılı nedeniyle yaptığımız Ankara gezisinden dönüşte de aynı soğuk köftelerle ve birbiriyle barışık olmayan salata maddeleriyle karnımızı doyurmuştuk. Tek fark, karın yarattığı muhteşem manzara.

Yemekten sonra yine yollara düşüyoruz. Yağmur, yağmur, yağmur... Öğrencilere öykü yazdırmak için kullandığım giriş cümleleri geliyor aklıma: “ Yağmur durmadan yağıyordu. Zaten sonbahar geldi mi, bu kentin yağmurları dinmek bilmezdi.”

Yağmurda ne yapılır?

Uyunur, kitap okunur, çay içilir...

Gezide olunca, içe dönmek yerine dışa dönüyor öğrenciler. Naz + Naz’ın fazla nazlanmadan başlattıkları Fransızca-Türkçe sololardan sonra otobüs korosu devreye giriyor ve kaçınılmaz kader:
Tüm şarkılar avaz avaz ama hiçbirinin sonu gelmiyor. Bir kısmı başlangıçta kalıyor, bir kısmı ilk nakarattan sonra dökülüyor. Arda’nın kim bilir hangi senaryonun içinde düşünerek yanına aldığı alfabetik şarkı sözleri kitabı da işe yaramıyor ama konser Ankara’ya varıncaya dek sürüyor.

Ankara’dan Sungurlu yoluna dönüyoruz. Şimdi tek hedefimiz var: Kültür turumuzun ilk gününü yalnızca otelimize ulaşmak için harcamamak. Bu nedenle tüm dikkatimizi yol kenarındaki kilometre tabelalarına veriyoruz.

Saat 17.00 sıralarında Sungurlu’ya varıp Hattuşa’nın yolunu tutuyoruz. Yıllarca Hatuşaş dedikten sonra Hattuşa demek biraz zaman alacak. Ne mutlu Hattuşa diye öğrenenlere!

Rehberimiz, Hattuşa yolu boyunca Anadolu’da yaşadığı bilinen ilk devletlerden, onların uygarlıklarından söz ediyor. “Hattilerden Hititlere” diye bir belgesel izlemiştim. Belgesel somutlaşıyor: Hititlerin başkentindeyiz artık.

Hattuşa büyük bir kent kalıntısı. Tapınaklar, havuzlar, büyük saray, küçük saray.... Halkın nerede, nasıl yaşadığı ise belli değil. Çoğu ören yerlerde olduğu gibi burada da halkın adı yok.

Kenti çevreleyen surlarda arslanların koruduğu kapılar var.

Kazı çalışmalarını, Anadolu’nun pek çok ören yerinde olduğu gibi Almanlar başarıyla “yürütüyor”muş.

Hattuşa’nın yakınında bir Yazılıkaya var. Yine tanrılar, yine soyluların tanrı gibi ölümsüzleşme isteği yazılmış kayalara. Adı yazı aslı resim olan bu anlatımlarda Baştanrı – Göktanrısı – bir arslanın üzerinde, Baştanrıça ve oğlu kaplanların üzerinde çizilmiş. Hemen yanıbaşlarında da mini eteğiyle Fırtına Tanrısı Tepuş var.

Hattuşa’dan ayrılırken akşam karanlığı inmeye, Hattuşa’yı gezebilmemiz için ara veren yağmur da gittikçe şiddetini artırarak yağmaya başlıyor.

Saat 21.00’de otelimizdeyiz.

Otelimiz Hitit krallarından Anitta’nın adını taşıyor. Son derece konforlu, tertemiz bir otel.

Güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Servis de mükemmel. Personel güleryüzlü.

Artık odalarımıza çekilme zamanı.

Suzan Hanım’la, öğrencilerin yoruldukları için erkenden yatacağını düşünüyoruz. Bu nedenle herhangi bir etkinlik planlamıyoruz.

Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Odalar cıvıl cıvıl. Yapılacak bir şey yok. Yatış saatini belirleyip sürenin dolmasını bekliyoruz. Nihayet o saat de geliyor; ama.....

28 Nisan Salı

“Sabahları erken kalkılıyor yolculukta;

Doğan güneşe karşı,

Dertler biraz daha unutulmuş,

Gurbete biraz daha alışılmış,

Yapılacak işler düşünülüyor.”

Orhan Veli / Yol Türküleri

Saat 8.30’da kahvaltıdayız. Kahvaltı da akşam yemeği gibi güzel, özenli.

Kahvaltı sırasındaki konuşmalardan anlaşılıyor ki bir grup öğrenci için saatler sadece zamansızlığı ölçmüş. Gecenin dördüne kadar İbrahim Bey’le sohbet etmişler.

Saat 9.00’da ikinci durağımız olan Amasya’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu arada Çorum’u Şöyle bir turluyor ve görüyoruz ki ÇORUM = LEBLEBİ.

Çorum’un tarihsel bir özelliği yok.

Dümdüz bir arazide kurulmuş plânlı bir kent. Bir-iki eski bina var yalnızca. En ilginç yapı, Yedisekiz Hasan Paş’nın yaptırdığı saat kulesi. Rehberimiz bize kulenin ve onu yaptıran Yedisekiz Hasan Paş’nın öyküsünü anlatıyor.

Amasya....

“Ferhat’ın açtığı yollardan geldim;

Bahçeler serin, çardaklar serin.

Gümüş’ten, Merzifon’dan selâm getirdim;

Yeşil’im:

Döndür dolaplarını,

Düşünme derin......”

Amasya’ya Yeşilırmak vadisinden giriyoruz.

Amasya “Şehzadeler Kenti”: Coğrafi konumunun korunmaya elverişliliği nedeniyle, pek çok Osmanlı şehzadesi burada yetişmiş, burada valilik yapmış.

Amasya Ferhat’ın Şirin’in aşkı uğruna dağları deldiği kent. Nazım Hikmet’in Türk köylüsü şiirinde dediği gibi :

“dağları yırtıp ayırır

kayalar kesip yol eyler

abıhayat akıtmaya”

Amasya’nın diğer özelliklerini kenti dolaşırken öğreneceğiz.

Amasya’yı gezmemiz uzun sürüyor. Önce II. Beyazıt Külliye’sini geziyoruz. Sonra Yeşilırmak kıyısındaki büstleri, Ferhat ile Şirin heykelini görüyoruz. Yeşil olmayan Yeşilırmak üzerindeki “atalarının yadigârı” son su dolabı da basamaklarına takılan çalılar yüzünden hareketsiz kalmış. Yalıboyu’na sıralanmış restore evlerin görünüşü çok güzel.

Yalıboyu’nda dönyanın ilk coğrafyacısı Strabon’un heykeliyle de karşılaşıyoruz. İbrahim Bey heykele ateş püskürüyor :Heykeltraş Amasya doğumlu Strabon’un heykelinin yanına her yanı keşfedilmiş, yusyuvarlak bir dünya yerleştirmiş. Oysa Strabon’un coğrafya bilgisi Akdeniz’le sınırlıymış. Ne diyelim? Tipik bir “anakronizm”.

Öyle yemeğimizi Yalıboyu’ndaki restore konaklardan birinde yedik: Harşena Konağı’nda. Harşena, Amasya’yı çevreleyen dağın adı. Zaten AMASYA = DAĞ. Bu eşitliği anlatan bir de deyiş uydurmuşlar: “Amasya’ya gelen d’ağlar, giden d’ağlar.” Amasya’ya gelenler, dağları görünce üzüntüden ağlarlarmış, gidenler de ayrılacakları için üzülerek ağlarmış.

Yemekten hemen önce Amasya’nın ünlü kralkaya mezarlarına tırmanmış, bol bol fotoğraf çekmiştik. Çünkü her kentin olduğu gibi, Amasya’nın da yukardan görünüşü çok güzeldi.

Yemekten sonra restoranın hemen karşısındaki Şehzadeler Konağı’nı gezdik. Konak eğitim amaçlı olarak yapılmış ve buna uygun olarak düzenlemiş. Bütün şehzadelerin ortak paydası hüzün. Hepsinin yaşamı pamuk ipliğine bağlı.

Konak’tan Bimarhane’ye doğru giderken yolumuzun üstündeki damla sakızlı dondurmayı da “es geçmiyoruz”.

Bimarhane bugünkü deyişle hastahane. Ama Osmanlılar hastahane içn darüşşifa ( şifa evi) deyimini kullanmışlar. Bimarhanelerde ise akıl hastaları iyileştirilmeye çalışılmış. Halk arasındaki “tımarhane” deyimi de buradan geliyor. Amasya Bimarhanesi akıl hastalarının su sesi ve müzikle iyileştirilmeye çalışıldığı ilk örneklerden. Şimdi belediyeye bağlı konservatuvar olarak kullanılıyor.

Bimarhane’ye girdiğimiz anda şiddetli bir bahar yağmuru başlıyor. Yağmur gezimizin vazgeçilmez bir parçası. Tüm zamanımızı yağmura göre planlamak zorundayız.

Bimarhane’nin üstü kapalı, önü açık, zemini kilimlerle örtülü bölümünde taze demlenmiş çaylarımızı içiyoruz. Şeker servisi Emre’den.

Yağmur nihayet dindi. Güneş çıktı. Şimde hedef gökkuşağını yakalayıp fotoğraflamak. Yolculuğumuzun başında da söylediğim gibi, gezi boyunca fotoğrafçılık çalışmaları ağır basıyor. Öğrenciler gördüklerini çekiyorlar ama İbrahim Bey, Atlas dergisi fotoğraflarına taş çıkartırcasına kimi zaman çimenlerin üzerine yatıyor, kimi zaman kayaların tepesine çıkıyor. Amacı en güzeli, en çarpıcı olanı yakalamak.

Gökkuşağı yok. Hevesimiz kursağımızda kalıyor.

Otobüsümüze binip Tokat’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık iki buçuk saat süren bir yolculukla, dünyanın en büyük mağaralarından biri olan Ballıca mağarasına varıyoruz.

Ballıca mağarası, Tokat’ın Pazar ilçesine bağlı, mağarayla aynı adı taşıyan köyün yukarısında yer alıyor. Mağaraya ulaşmak için dönemeçlerle yükselirken tipik bir Galatya görünüşü çıkıyor ortaya: Deprem sonrası çöken alanın, zamanla toprakla dolarak ovaya dönüşmesi, verimli tarım alanına bağlı olarak yerleşimin başlaması.

Mevsim bahar ... Yeşilin bin bir tonu... Galatya’yı en uygun mevsimde geziyoruz. Ama yağmur yakamızı bırakmıyor. Bardaktan boşanırcasına yağıyor. Aldırmıyoruz.

Önce mağaranın ağzına ulaşmak için onlarca basamak tırmanıyoruz, sonra da mağaranın derinliklerine inmek için yüzlerce basamak iniyoruz.

Geçen yıl Kapadokya’yı gezmiştim. Kapadokya’nın sloganı “Yağmur ile rüzgârın el ele vererek yazdığı bir şiirdir Kapadokyaydı. Ballıca mağarasında ise doğa uzun bir öykü yazmış. Su öyle ilginç görüntüler oluşturmuş ki savaşlardan, anne sevgisinden, birbirine kavuşamayan âşıklardan söz edebilirsiniz. Mağaranın için oksijen deposu. Görevli, astımlı hastaların tedavi için buraya geldiğini açıklıyor.Biz bu temiz havayı derin derin içimize çekmekle yetiniyoruz.

Mağara çıkışında, bütün uyarılara karşın birkaç kişi kafasını sarkıtlara vuruyor, biri kaygan merdivenlerden birkaç basamak yuvarlanıyor. Sonunda yüzlerce basamağı çıkıp onlarca basamağı inerek otobüsümüze varıyoruz. Aynı uzunlukluktaki dönüş yolculuğumuz başlıyor.

Galatya turumuzun çok büyük bir bölümü otobüste geçiyor; çünkü nerdeyse Anadolu’nun kalbine yolculuk yapıyoruz.

Ballıca’dan dönerken ertesi günü planlamaya çalışıyoruz. Çarşamba gezimizin üçüncü ve son günü. Programımızda Alacahöyük ve Beypazarı var. Rehberimiz ikisinin birden olamayacağını söylüyor. Alacahöyük’ten vazgeçiyoruz; çünkü Alacahöyük’ten çıkarılan binlerce yıl öncesine ait buluntular, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor. Kazı alanındaki çalışmaları yine Almanlar çok başarılı bir şekilde “ yürütmüş”. Geride Hattuşa’ya benzer bir alan kalmış.

Sabahleyin Ankara’ya gidişimizin çok erken bir saatte başlaması gerek. En geç 6.30’da yola çıkmalıyız. Bu erken yola çıkışa uğultuyla karşılık veren öğrencileri dinliyor ve sorunu NDS’ye özgü demokrasi ile çözüyoruz. Rehberimiz “Sinan Abi” de kültür turlarında zamanı ve dinlenmeyi ikinci plana atmamız gerektiğini Ağrı Dağı örneğiyle açıklıyor: Ağrı’dan güneşin doğuşunu izlemek isteyenler, gece 2.30’da yola çıkıyorlarmış.

20.30’da otele varıyoruz. Yemek saatimiz 21.15. Sonra da toplu eğlence planlıyor Suzan Hanım. Amacı bir gece önce odalarda oynanan kolbastıyı meydana indirmek.

Yemekten sonra Hattuşili salonunda toplanıyoruz. Toplantı tam havuz problemi gibi: On öğrenci geliyor, iki öğrenci çıkıyor, üç öğrenci geliyor, beş öğrenci çıkıyor... Havuz ancak geç saatlerde dolabiliyor. Biraz şarkı, türkü, şakalaşma derken yatma saati geliyor. Bu arada çok önemli bir gelişme yaşanıyor; “Arkadaş” ve “Akdeniz” şarkıları Arda’nın gitarı eşliğinde baştan sona söylenebiliyor.

29 Nisan Çarşamba

Gerçekten de erkenden kahvaltımızı yapıp 6.45’te otelden ayrılıyoruz. Otobüsümüz kilolarca leblebiyle biraz daha ağırlaşıyor.

Öğrenciler Ankara’ya kadar uyuyorlar.

Saat 11. 00 ’de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeyiz. Gerçekten de muhteşem bir müze. Her yaştan, her ulustan insanla dopdolu, cıvıl cıvıl.

Hattuşa’yı görmüş olmanın birikimiyle ilk bölüme çok ilgi duyuyoruz. Çünkü müze zamana göre düzenlenmiş. Bu arada müzenin bol ödüllü bir müze olduğunu da eklemeliyim.

İlk bölümden sonra gruptan kopmalar başlıyor,gezmemiz de doğal olarak ivme kazanıyor. Çağları, dönemleri, sonsuza dek aynı kalacak taşlaşmış insanları, ürettiklerini daha hızlı bir tempoda dolaşıyoruz. Bu hızlı yolculuk bile bir buçuk saatten fazla sürüyor.

Ankara Kalesi’nin içinde, panoramik Ankara manzaralı bir restoranda öğle yemeğimizi yiyoruz. İstanbul çocuklarını Ankara manzarası çok da etkilemiyor.

Artık gezimizin son durağına doğru yola koyulma zamanı. İki saatlik bir yolculukla Beypazarı’na varıyoruz. Yolda uçsuz bucaksız buğday tarlalarından ve kayalardan başka bir şey olmadığı için öğrenciler yol boyunca uyuyorlar.

Beypazarı, Safranbolu’yu andırıyor. Eski kentin doğal dokusu korunmuş, yeni kent ayrı bir yere kurulmuş. Otobüsle çıktığımız Hıdırlık Tepesi’nden tüm Beypazarı’nı görebiliyoruz.

Tepeden yürüyerek inip restore bir ahşap konağı geziyoruz. Konakta, çevre dağlardan toplanmış deniz kabukları, midyeler, taşlaşmış balıklar sergileniyor. Üst katlarda bağışlanan eşyalarla yerel yaşam canlandırılmış.

Şimdi Beypazarı’nın ünlü çarşısındayız. Birbirinden güzel otantik yiyecekler satılıyor. Alışverişimizi yaparken ünlü tereyağlı gevreği almayı unutmuyoruz.

Elimizde poşetlerle otobüsümüze ulaşıyoruz.

Artık durmak yok ( mu?) Öğrencilerin vazgeçilmez tuvalet molası, daha Beypazarı’ndan çıkarken zamanı en az yirmi dakika geciktiriyor.

Yol boyunca yine coğrafya dersi: Rengarenk yeryüzü katmanları, baraj, hızla değişen bitki örtüsü...

Kısa bir süre sonra Bolu Dağları’na ulaşıyoruz. Artık çam ormanlarının arasından geçiyoruz. Nallıhan’dan sonra Bolu’nun ilçeleri sıralanıyor ve sonunda Akyazı’dan TEM’e kavuşuyoruz. Bu arada gökkuşağını da ilk kez yakalıyoruz.

İzmir’te kısa bir yemek molası, sonra ver elini İstanbul!

İstanbul’a dönmek çok güzel!

Birsen GÜVEN

GALATYANINENLERİ

Gezinin keyfini en iyi çıkaranlar : Nikki Falay – Romina Muratoğlu – İren Pilehvarian Nazlı Çalıkoğlu – Melis Halıcıoğlu – Gökçen Caan - Deniz Özkara-Doğacan Yılmaz

En iyi kolbastı oynayanlar : İmge Türüdü – Özge Başkan – Irmak Naz Polat

En iyi şarkı söyleyenler : Naz Manzakoğlu – Naz Uğurlu

En iyi köşe kapmaca oynayan : Sinan Reis

En nazlılar : Ceylân Göksel – Serli Hobikoğlu

En iyi vokal : Ece Nişli

Biricik gitaristimiz : Arda Karaburçak

En uykusuz : Yiğitcan Gürer

En iyi yüzücüler : Selin Köksal – Arek Harzıvartyan

En centilmenler : Doğukan Alkan – Tuğhan Durak

En iyi ikili : Tutku Teber – Seren Turan

Geziden en çok “yararlananlar” : Hilâl Dadaş – Cihan Sarıkaş

En usta fotoğrafçılar : Aslı Kuzu - A. Nergis Sancak

En uyumlular : Ceren Aygüzen – Bianka Golba

En iyi piramit tırmanıcısı : Merve İşeri

En iyi sarkıt savaşçısı : İpek Keyder

En iyi leblebi yakalayıcısı ( ağzıyla) : Aykun Fındık

ENZEL GEZİ HENÜZ YAPILMADI
GELECEK YIL SELÄNİK VE GAP TURLARI SİZİ BEKLİYOR.